21/01/2009
Şehirler de insanlar gibidir. Her birinin kendine ait bir kimliği vardır. Bu kimliği o şehrin geçirdiği tarihsel süreçler, coğrafyası, mimarisi ya da geçim kaynakları gibi unsurlar oluşturur. Her şehrin farklı bir öyküsü vardır ve her biri farklı bir düş görür yarınlara ait. Dağları, gölleri, vadileriyle her kent kendine özgü bir çehre oluşturur ve güneşin doğduğu her günde, her biri farklı bir duyguyla selamlar yeni günün ilk ışıklarını. Kimi sahip olduğu doğal güzelliklerin haklı gururunu yaşar, kimi de insanoğlunun hırsı karşısında yitirdiği değerlerinin acısını hisseder yüreğinde. Kimi barış için kanat çırpan güvercinlere analık yapar koynunda, kimi de bir isyanla anılmanın sancısını duyar kalbinin derinliklerinde. Neler barındırmaz ki bir şehir?
İşte Alanya’nın da öyküsü hem çok bilindiktir hem de hiç duyulmadık. Torosların eteğine uzanmış, yeşilin farklı tonlarını üzerine giysi yapmış, deniz, orman ve güneşi kardeşçe bir arada barındıran, nadir güzelliklere sahip bir yerdir burası. Bir konuşsa neler anlatacaktır; ama onu anlayacak pek kimse de bulunmadığından çoğu zaman sessiz kalmayı tercih eder Alanya. Alâeddin Keykubat ve Mahperi Sultan’dan beri nice aşklar ölümsüzlüğe uzanmıştır burada. Gönlü yazları sıcak, kışları ılık; ancak hiçbir mevsim soğuk olmayan insanların yaşadığı yerdir Alanya. Hani biraz dikkatli bakılsa, ilk defa denizi gören bir çocuğun masum gözlerindeki o mutluluğun resmi okunur Alanya’nın bakışlarında. Saymakla bitmez denir ya bu söz sanki Alanya için söylenmiş gibidir.
Tüm bu özelliklerinin yanında Alanya, bundan sonra kentine, doğasına, tarihine yani kendi kimliğine sahip çıkan Kültür Elçileri ile de anılacaktır. Gidecekleri yerin rotasını ancak bulundukları yeri doğru keşfetmekle çizebileceklerine inanmaktadır bu elçiler. Bir eğitime katılırlar ve artık sokakta yürüyen bilinçsiz kalabalıklara benzemekten uzaktırlar. Yaşadıkları hayatın ve çevrelerinin farkında olan, o şanslı azınlıktandır artık onlar. Ayşe, Ahmet, Ali… tek tek isimlerinin de aslında fazla bir önemi yoktur; çünkü onları bu proje tek bir kavram altında buluşturdu ve hepsinin ortak ismi Kültür Elçisi oldu.
“Kültür Elçileri” kavramı 2003 yılında ÇEKÜL Vakfı ile ortaya çıktı. Vakıf bu çalışmayı her yıl Tarihi Kentler Birliği üyesi olan belediyelerle gerçekleştiriyor. Belirlenen kentlere giden gönüllü eğitmenler, ÇEKÜL temsilcileri ve yerel yönetimlerle iletişime geçerek bir grup öğrenciyi bir haftalığına “bilinç yolculuğuna” çıkarıyor. Bir haftalık eğitim boyunca çocuklar şehrin önemli yerlerini geziyor, çeşitli sunumlar izliyor ve uygulamalar yapıyor; yaşayarak öğrenmenin en güzel modelini deneyimliyor. ÇEKÜL Vakfı da bu anlamda yapmış olduklarıyla ülkemiz için yeri doldurulamayacak bir projeye imza atıyor.
Kültürel miras eğitim programının Alanya ayağı da bugüne kadar yapılmış olan eğitimlerin birikimiyle hem tecrübe dolu, hem de bu eğitim sanki ilk defa gerçekleştiriliyormuş gibi heyecan dolu başladı. Biz proje eğitmenleri olarak ülkemiz ve Alanya için görmeyi arzuladığımız güzel ve güneşli günlerin hayalini kurarak yola koyulduk. Alanya’da yapacak çok işimiz vardı. Nasıl olmaz ki; Kültür Elçisi olmaya aday yirmi iki tane 6.sınıf öğrencisi bizi beklemekteydi ve her şey onların hak ettiği mükemmellikte olmalıydı. Eğitimden önce Alanya Belediye Başkanı, Alanya Kaymakamı ve Milli Eğitim Müdürü’nü makamlarında ziyaret ettik. Bu kişilerin ÇEKÜL Vakfı’ndan ve çalışmalarından nasıl bir heyecanla bahsettiklerini görünce biz de yaptığımız eğitimin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha fark ettik.
Seçilen öğrencilere dört gün boyunca kültür ve doğa bilinicinin esas konularını oluşturduğu bir eğitim programı uygulandı. Eğitim dediysem, öğrencilerin yerlerinden kıpırdamadığı, çoğu zaman soru bile sormaya çekindikleri bir durum gelmesin aklınıza. Bizim eğitimimizde öğrenciler hem öğrendiler hem de çeşitli etkinliklerle öğrendiklerini uygulamaya döktüler. Ayrıca eğitim süresi boyunca düşünmek ve sorgulamak bizim esas amacımızdı. Her gün, o gün anlatılan konu ile ilgili gezi yapıldı. Şu an adını sayamadığım bir çok eğitim gönüllüsü insan da bize bu süreçte destek verdi.
Dört günlük eğitim sonunda çocuklarda meydana gelen değişimi gözlemlemek kadar herhalde çok az şeyden haz duyulur hayatta. Ülkemizin daha yaşanılası günlere gittiğinin resmiydi aslında bu çocuklardan objektiflerimize yansıyan; çünkü biz biliyoruz ki onlar edindikleri ve daha da geliştirecekleri kültürel miras bilgisiyle koruyarak, severek, paylaşarak ve yaşatarak yaşamayı, bundan sonra hayatlarının değişmez ilkesi haline getirecek. Eğer siz gelecekten umutsuzsanız ve dünyanın nereye gittiğini düşünenlerdenseniz, bence boşuna endişeleniyorsunuz; çünkü ben gururla söyleyebilirim ki bundan sonra KENTLER ÇOCUKLARINDIR!
Ersel Kocaboz / Kültürel Miras Eğitim Programı Gönüllü Eğitmeni